Soru 28:
Allah eğer insanları seviyorsa niye bu kadar peygamber göndersin? Binlerce yıldır bütün dinlerden insanlar birbirlerini öldürürken neden buna müsaade etsin? Üstelik Tevrat'ta bütün şehri, içindekileri öldürün gibi emirler veriyor. Bu Allah insanları nasıl seviyor olabilir? (TR)
Yanıt: 1- Peygamberlerin gönderilişi hem Kuranda hem de İncilde Tanrının merhametinin ifadesi olarak görülür. İnsanlar devamlı Tanrıyı unuttukları, Onun emirlerini çiğnedikleri hatta bilerek yanlış yorumladıkları halde, Tanrı lütfu ile devamlı yeni peygamberler göndermiştir. Peygamberlerin görevi insanlara Tanrıyı ve Onun haklarını hatırlatmak ve insanlara da Tanrının yarattıkları oldukları için varoluşlarını tamamen Tanrıya borçlu olduklarını ve bu nedenle Tanrının emir ve öğretilerine uymakla yükümlü olduklarını ve Son Yargı Gününde Tanrıya hesap vereceklerini hatırlatmaktır. Peygamberler en başta insan yaşamının dokunulmazlığını, adil olmak görevini ve yoksul ve zayıfların haklarının özel bir şekilde korunması gerektiğini bilinçlerde ön plana çıkarmaktaydılar.
Kitabı Mukaddeste de peygamberlerin seçiliş ve gönderilişleri büyük yer tutar. İncil İsanın gönderilişini peygamberlik silsilesinin tamamlanışı ve zirvesi olarak gösterir. İncilde İbranilere Mektubun 1.bölümünde ilk dört ayeti şöyledir: Tanrı eski zamanlarda peygamberler aracılığıyla birçok kez ve çeşitli yollardan atalarımıza seslendi. Bu son çağda da her şeyin mirasçısı olarak belirlediği ve aracılığıyla evreni yarattığı kendi Oğluyla bize seslenmiştir. Oğul, Tanrı'nın yüceliğinin parıltısı ve O'nun varlığının öz görünümüdür. Kudretli sözüyle her şeyi devam ettirir. Günahlardan arınmayı sağladıktan sonra, yücelerde ulu Tanrı'nınsağında oturdu. Meleklerden ne kadar üstün bir adı miras aldıysa, onlardan o kadar da üstün olmuştur. Tanrı insanlara olan sevgisini İsa Mesihte insani anlayışın çok üzerinde bir şekilde göstermektedir. Bu konuda kitabımızın 12.bölümünde Hristiyan Görüşü başlığının 2.nolu altbaşlığını tekrar okumanızı öneririz.
2- Sorunun ikinci bölümünde sözkonusu olan cebir ve şiddetin Kitabı Mukaddeste nasıl bir yeri olduğu ve cebir kullanılmasını reddeden Kitabı Mukaddes öğretisinin nasıl doğru anlaşılabileceğidir.
Öncelikle Eski Ahitin yazıları konusunda şu temel açıklamayı yapmak gerekir: Kitabı Mukaddes bir barış dünyasını amaçlamaktadır, şiddet değil. Bunun gerçekten de söylenmesi gerekir, çünkü devamlı olarak tek Tanrılı dinleri ve en başta da hristiyanlığı hoşgörüsüzlük ve dünyayı savaşa sokmakla suçlayan ifadelerde bulunulmaktadır. Burada bir ayrım yapmak gereklidir. Barışı aramak ve barış için çaba göstermek biz insanların görevidir. Aynı şekilde bunu tamamlayıcı Tanrısal bir vaat de vardır: Tanrı tarih içinde barışın gerçekleşeceğini vadetmektedir. Ancak buna hemen birşeyler eklenir. Tanrı bunu bir defada bütün insanlığa vadetmemiştir. Bu vaat öncelikle belli bir halka yöneliktir ve mesihçi bir vaattir. Barış öncelikle bu halk üzerinden bütün insanlığa ulaşabilir. Böylece şiddet ve barış hakkındaki Kutsal Kitap teolojisinin belirleyici motiflerinden biri anılmış olur: Şiddet sorununun çözümünde Tanrıhalkının rolü. Bunu baştan söylemiş olalım.
Kitabı Mukaddesin başlangıçla ilgili öyküsünde şiddetin ortaya çıkışı, Tekvin 1-11
Kitabı Mukaddesin başlangıçla ilgili aktarısı uzayı oluşturduğu varsayılan ilk patlama ya da insanın hayvanlar aleminden evrimle ortaya çıkışı ya da ateşin bulunuşu gibi hipotezlerden değil, içerikli betimlemelerden oluşur. Tarihin başlangıcına yerleştirilen bu betimlemeler yalnız bir kez başlangıçta ne olduğunu anlatmakla kalmaz, aksine bu aktarıda her zaman ve her yerde ola şey sunulur. Yani bu aktarıda her şeyin temelinde yatan ifadeler yeralır. Bunlar bütün zamanların bütün insanları için geçerlidir.
Bu tarzdaki başlangıç ile ilgili öyküler her yerde vardı ve hala da vardır. Ancak ulusların bu konudaki aktarıları karşılaştırıldığı zaman büyük farklılıklar görülür. Örneğin Mezopotamyadaki yaradılışla ilgili aktarılarda insanın çalışmaya ve yorulmaya lanetlendiği ve nüfusun çok fazlalaştığı vurgulanır. Kitabı Mukaddesin aktarısında ise ana tema olarak insanlığın şiddete olan eğilimi vurgulanır. Bu şaşırtıcı gelebilir. Cennet ve günaha düşme öyküsünün, cennette çıkarılma ile değil, Kainin öyküsü ile tamamlandığını algılamak gereklidir. Kainin öyküsü de kardeşi Habili öldürmesiyle değil, Tekvinin 4.bölümünün sonundaki Lamek şiiri ile sona ermektedir.İnsani ilk günah en birinci günah değil, ilk tipik günahtır. Bu açıdan çifte boyuta sahiptir: Tanrı-İnsan boyutu cennetteki günahı, İnsan-İnsan boyutu da Kain ve Habil arasındaki öyküyü (Tekvin 4.bölüm) tarif eder. Bir cinayet doğaldır ki insanlığın ancak ikinci kuşağından itibaren öngörülebilir. Tanrıya itaatsizlik ve kardeşini öldürmek, bir madalyonun iki yüzüdür. Tanrıya güvenin hakim olmadığı anda, insanlararası ilişkilerin temeli olan güven de kaybolur. Ardından rekabet ve düşmanlık ortaya çıkar ve bu da çoğunlukla rakibin şiddet kullanımıyla yokedilmesiyle sonuçlanır.
Elbette ki Kainin öyküsünde en önemli olan konunun sunuluşu değil, bunu izleyen şeydir: Tanrı Kaini ilk şiddet olayının sonuçlarından kurtarıyor. Sonuçlar yoksa sürekli ve gitgide yayılan şiddet olayları olacaktı. Tanrı, şiddeti engelleyecek bir olguyu kuruyor: intikam. Bu en başta bir önlem durumundadır, şiddeti karşı şiddet tehdidi ile durdurma, sindirme önlemi. Bu ilk insani yapıdan Kain öyküsü bir kaç cümle ile tüm insani kültür ve uygarlığı ortaya çıkarıyor. Nuhun önplanda yeraldığı Tufan öyküsünün (Tekvin 6,11-13) bu konuyu ikinci bir kez nasıl aktardığını burada ele sıralamaya gerek yoktur.
Ancak özet olarak söylemek gerekirse, Kitabı Mukaddesteki başlangıç öyküsünden yola çıkarak, sorunların ve şiddet suçlarının ceza, yani karşı tehdit ile düzenlenmesine olan eğilim insan yazgısının bir parçası durumundadır ve günümüzdeki dünya düzenininde tek çare olarak gördüğü şiddetin karşı şiddet tehdidi ile bastırılması, insanlar arasında erişilmeye ulaşılan barış için vazgeçilmez, hatta Tanrı tarafından istenmiş durumdadır. Kitabı Mukaddeste yer alan aktarılarda toplumlarımızın idareci ve sorumluları ile onlara yardımcı olan ahlak bilimcilerin, devamlı yeniden ortaya çıkan şiddete eğilimi kalıcı bir ceza ve karşı şiddet tehdidi ile nasıl sınırlandırıp, kontrol altında tutacakları konusunda düşünmeleri gerektiği ve sonuçta karşı şiddet kullanımı tehdidini tek kalan yol olarak görecekleri belirmektedir. Bu, bu şekilde algılanırsa, Tekvin kitabının aktardığı Kain ile Habilin öyküsünün gösterdiği şiddetin çözüm yoludur.
Böylelikle şiddet konusunda Kitabı Mukaddesin ifadelerinin sonuna vardık mı? Aksine: Kitabı Mukaddes işte burada asıl ifade ve öğretisine başlamaktadır. Tanrı, bu şiddeti hiç bitmeyen ve sık sık şiddet nedeniyle cehenneme dönüşen dünyayı böyle bırakmak mı istiyor? Tufan ile ilgili aktarıda Tanrısal bir eylem prensibi göze çarpmaktadır: Yaradılış bir yerde saplanıp kaldığı zaman Tanrı her şeyi tamamen değiştirmeye çalışmıyor. Bunun yerine bir noktayı seçiyor ve oradan yeni bir şey başlatıyor. Bütün dünya bozulmuş, çürümüştü, ancak Nuh da vardı. Böylece Tanrı onu kurtardı ve onunla yeniden başlattı. İbrahimde de benzer şekilde başlamıştı. Tanrı, İbrahimden başlayarak, daha başka, yüksek ve şiddete dayanmayan bir şekilde barışı gerçekleştirmesi için bütün insanlığın içinde bir grubu harekete geçirdi. Onların barış ve esenliği kelimenin tam anlamıyla barış olarak nitelendirilebilir. Tanrı, gerçek barışın yeri olarak seçilmiş bir ulus yaratıyor.
Burada önümüze çıkan ilk sorun, bu ayrıcalıklı, farklı yol konusudur. Tanrı için bütün yaratıkları beraberce önemli ve sözkonusu değil mi? Özellikle biz dünyanın bu global düşünce ve eylem döneminde tümden tekile doğru düşünmeli değil miyiz? Neden Tanrı kendine önce yalnızca bir aile ve ardından tek bir ulus seçiyor ve onlarla özel bir tarihe sahip oluyor? Bu bağlam içinde, Babil Kulesi ile ilgili aktarının İbrahimin Tanrı tarafından çağırılması ile ilgili aktarıdan hemen önce yer alması anlamlıdır. Burada yeryüzünden tamamen insani şekilde hareket edilmeye başlanmaktadır. Bu Tanrıya karşı bir hareket halindedir ve dillerin karışmasıyla, yani kargaşa ile sonuçlanır. İbrahim ile yeni başlangıç tekil şekildedir. Ancak hedefi tüm insanlığı içermektedir. Yeşaya kitabı 2.bölüm ve Mika kitabı 2.bölümde yer alan kılıçların sapan demiri, mızrakların bağcı bıçaklarına dönüştüreleceği ile ilgili metinler, İbrahimin çağırılması ile başlatılan umut yolunun sonunu göstermektedirler. Daha uzak gelecekle ilgili olarak her iki peygambere Tanrı için kazanılmış olan Kudüsün tasviri görünmektedir. Ardından Siyon Dağı dünyanın bütün dağlarından daha üstün ve yüksek olacaktır. Bunun açık anlamı: o zaman İbrahimin halkı, bütün halkların hayranlıkla bakacakları bir topluma dönüşmüş olacaktır. O zaman, doğru bir topluluğun nasıl olduğunu görmek için yollara düşeceklerdir. Orada alacakları öğüt ve öğreti ise, hakkın ve adaletin silah ve şiddetle gerçekleşmesinden vazgeçilmesi olacaktır. Bu vazgeçme, bunun olanaklı olduğunu hayranlık veren mevcudiyetiyle gösteren, insanlığın içinden bir grubun örneği olmaksızın olanaksızdır.
Kitabı Mukaddeste birbirinden yer olarak ayrı ve uzak metinlerin bu birleştirilmesi de sözkonusu olanın uzun ve belki de sık sık yaralanan bir tarih olduğunu göstermektedir. Tanrının tarih içinde örnek bir topluluğa dönüştürmek istediği bu halk temel olarak, şiddet konusunda yeni bir bakış açısına yönelten neredeyse sonsuz uzun ve acı dolu bir dönüşüm sürecini yaşamak zorunda. İlk olarak insani şiddetin dünyayı ne kadar etkilediğini görmeyi öğrenmesi gerekmektedir. Kitabı Mukaddes, şiddeti gölgeleyen perdeyi yırtıp atmaktadır. Kitabı Mukaddeste şiddet görmezden gelinmez, aksine iyice mercek altına alınır. Ve yalnız başka halklarda olan şiddet değil, İsrail halkının kendisinde olan şiddet de ortaya konulur. İsrail de şiddet dolu bir dünyadan gelmektedir ve şiddetten çok zor ve yavaş kurtulur, ve hatta tekrar tekrar şiddete düşer. Bütün bunlar Kitabı Mukaddeste yumuşatılmaz, aksine en açık şekilde ortaya konulur. Ve bu da, bizlerde sanki Eski Ahitin şiddet dolu ve an meraklısı bir kitap olduğu gibi bir etki uyandırabilir. Burada söz konusu olanın ne olduğunu anlayamayan okuyucu neredeyse şok olabilir ve bu kitap yerine daha sevecen, sevgi dolu görünen diğer dini kitaplara yönelmek gibi bir yanılgıya düşebilir. Ancak önemli olan, Kitabı Mukaddesin yol göstermesine izin vermektir. Bu sayede Eski Ahitin yardımıyla, şiddete ne kadar bağlı ve bağımlı olduğumuzu algılayabiliriz. Eski Ahitin kitaplarında erişilmiş yükseklikten bir geriye bakış sahibi olamadığımız ve İsrailin yolunu bir şekilde katediyor olmamız da durumu daha da zorlaştırmaktadır. Ve durum da gerçekten öyledir ki, dünya anlayışımız ile Tanrı kavramımız birbiriyle bağlantılıdır. Kim yüreğinin temelinde şiddeti yüceltiyorsa, cabbar ve şiddet meraklısı bir Tanrı kavramına sahip olacaktır. Bunu, Eski Ahitteki İsrailde görmekteyiz ve bu etapları bizim de anlamamız önemlidir, çünkü bizlerde de durum çok farklı değildir.
Hepsi de şiddet ve cebir ile birarada tutulan bilinen eski insan topluluklarının yürümesi için şiddetin olabildiğince perdelenmesi, gizlenmesi gereklidir. Eski Ahitin şiddetsiz bir barış dünyasına ilk adımı, şiddetin mevcut olan gerçekliği ve elbette İsrailin mevcut gerçekliğini belirlediğinin ortaya çıkmasıdır. Bu nedenden dolayı Eski Ahit diğer ulusal ya da dinsel eserlerden daha fazla şiddetten bahsetmektedir. İsraile, İsrailde ya da İsrail tarafından uygulanmış olan şiddet hiç çekinmeden aktarılmaktadır. Bunu olumlu olarak değerlendirmek gerekir. Bunu başka şekilde görene, şiddeti perdelemekle, şiddetin ortaya koyduğu yapının sağlamlaşmasına destek mi olmak istediği sorulmalıdır. Toplumun şiddetin etki ve egemenliğinde oluşunun ortaya çıkarılması ile ilgili ikinci adımda, şiddetin insani günahın merkezi olarak görülmesi ile gerçekleşmektedir.
İsrailin bir barış toplumuna yönelik eğitiminin ilk adımı, yaşam gerçeğimiz içinde şiddetin görülür bir hale gelmesi iken, ikinci adım şiddetin reddedilmesidir. Şiddet reddedilir, yargılanır ve şiddetten dönmeye, vazgeçmeye çağırılır. Bu en başta büyük peygamberlerin kitaplarında gerçekleşir. Bu bağlam içinde özellikle şiddetin haksızlık ve adaletsizlikle ve yetersiz dayanışma ile bağlantılı oluşuna işaret edilir. Her toplumda ihmal edilenler ve zayıflar vardır. Şu ya da bu şekilde daima yaşam şartları ve gelecek şansları ile ilgili eşitsizlikler olmaktadır. Kitabı Mukaddesin öğretisine göre bir toplumda adalet ve barış ancak güçlü olanlar zayıf olanlara yardım ederlerse mümkündür. Ancak o zaman bir toplum adil ve doğru bir topluma dönüşür. Adalet ve dayanışma ile birlikte barışmaya yönelik isteğin de gelmesi gerekir. Gerilim ve çekişmelere gelinmesinin nedeni çoğunlukla suçu içerir, ancak böylesi durumlar şahsen suçu olmadığı zamanlarda da mümkündür. Önemli olan bu sorunla nasıl başedildiği ve bir toplumda daima barışmaya ve yakınlaşmaya isteğin egemen olup olmadığıdır.
Halk bütün bu bağlantıları uzun bir zaman sürecinde ve zorlukla öğrenmek zorundaydı. Söz konusu olan İsrailin barışa giden eğitim sürecidir. Sözkonusu olan İsrailin bütün bağımsızlığı ve devlet yapısı yıkıldığı zaman, Babil sürgünü faciası ile ortaya çıkan deneyimlerdir. Buradaki görüş, şiddet kullanan, cabbar muzaffer olmaktansa, kurban olmanın daha iyi olduğu anlayışıdır. Bu, dünyamızın şiddete dayalı ve daima tehdit altındaki barışından üstün olan asıl barışın, asla muzaffer olanlar tarafından değil ancak kurbanlar tarafından kurulabileceği görüşüyle gelişmektedir. İşte bu barış biz insanlardan asla beklenemez. O yalnızca Tanrının bir mucizesi olarak mümkündür.
Tüm bunlar sürgünde ortak deneyimler olacaktır. İsrail kendi suçuyla bu ulusal yıkıma uğramıştır. Ancak her şey tersine döner ve muzaffer olan halklar haksız zorbalara dönüşmüşlerdir. İsrail şimdi kurban durumundadır ve Tanrısından kurtuluş beklemektedir. O zamanlar Tanrının böylesi bir durumdan hareketle İsrail aracılığıyla dünya halkları arasında bir kez daha etkin olmak istediği görüşü gelişir. İşte Eski Ahitin en önemli ve hayranlık uyandıran bir metni, Tanrıkulunun dördüncü ilahisi de (Yeşaya 52,13-53,12) bu duruma dahildir. Bu Eski Ahitin barış teolojisinin zirve noktasıdır, ancak aynı zamanda bir şekilde haberci, bildirici bir metin olarak kalmıştır. Bütün derinliği ile belli ki ancak İncil döneminde İsanın yaşadıklarına dayanarak algılanmış, anlaşılmıştır. Yeşaya kitabının ikinci bölümünde sık sık ortaya çıkan ve sanki bir şahıs gibi betimlenen Tanrıkulu, kitabın genel bağlamı içinde kendisinden sık sık bahsedilen Siyon kızı gibi İsrail halkı için sembol bir betimlemedir. Tanrıkulu figürü aktarımında İsrail halkı ve onun uluslar arasındaki rolü ile ilgili ifadeler, İsrail halkının gelecek olan Mesihte en üstün ve en yüce varlığına erişeceği şeklinde, mesihçi ifadelerdir.
Tanrıkulu ilahilerine göre dünyanın halkları bu Tanrıkuluna karşı birleşmişlerdir. Onu yaralamakta, ona işkence yapmakta ve sonunda onu öldürmektedirler. Ancak, mezmurlardaki yakarıların yakarıcısı gibi Tanrıya sığınmaktadır. Darbelere karşılık vermemektedir, kendine karşı korkunç şiddeti kabullenmekte ve kaçmamaktadır. Ve Tanrı onu kabul etmektedir. Aniden dördüncü ilahide dünyanın diğer halkları ve krallarının bir ifadesini duyarız. Kendilerinin de aracılık ettikleri şeyle ne olduğunu kabul ve ikrar etmektedirler. Bu öldürülen, dünyanın günahlarını taşıyan kuzuya dönüşmüştür. Ancak Tanrı onu kurtarmış, o ve onun yazgısı aracılığıyla gerçek barışın dünyaya gelmesini sağlamıştır. Onun aracılığıyla Tanrının tarih hakkındaki planı gerçekleşecektir. İsrailin bu Tanrıkulundan hareketle şimdi dünyanın diğer halkları içinde şiddetsiz bir adaletle gerçek barışa giden yolda ilerleme olanağı doğmuştur.
Bu öykü zirvesine gerçek Tanrıkulu, İnsanoğlunun ölümü ve dirilişinde ulaşır: Mesih İsada. İsrailin tarihinin yolunu hazırladığı şey Onda bütünlüğe erişir. Şimdi İsanın ölümü ve dirilişi ile Tanrının barış isteği egemen olur, hem de şiddete şiddetle karşılık vermeyip, şiddetten uzak durarak, kendisine canına mal olsa dahi gerçek barış toplumunun başlangıcını mümkün kılan biri aracılığıyla.
Kısaca özetlersek: Tanrı şu anda olduğu ahlindeki dünyaya, insanın özgürlüğünü gözönünde tutarak, şiddeti karşı şiddetle bastıran bir barışı mümkün kıldı. Ancak dünyaya, halkında, Mesihte ve Kilisesinde daha büyük bir barışı teklif etti. Bu, dünyanın veremeyeceği bir barıştır. Bu, İsa Mesihin çektiği acılar, ölümü ve dirilişine, özgürce, imanla, umutla ve sevgiyle katılımda gerçekleşmektedir. İnsan bu yolu imanın ve karşılıklı güvenin özgürlüğü içinde seçip yaşayabilir. Ne kadar çok insan bunu yaparlarsa, bir bütün olarak dünyanın barışı için o kadar iyi olur.